“Yaratılanı severiz; yaratandan ötürü...”
Türkler’in eskiden beri hayvanlara büyük değer verdiği
bilinir. Tarihsel sürece bakıldığında, tarihin birçok aşamasında da bu değere
sembolik olarak da rastlanmış, kartal, geyik ve kurt gibi hayvanlar Türk
Boylarının simgesi olarak görülmüş, işlenmiştir. Atalarımız, ölen atlar için
mezar taşları ve kitabeler yaptırmışlardır. Kaya resimleri ve kilimlerde hayvan
figürleri çoğunluktadır. Edebiyatta, türkülerde hayvan sevgisi hissedilir derecede
vurgulanmıştır.
Bu sevgi, Osmanlı döneminde de devam etmiştir.
Hayvan sevmek dinin de bir gereğidir. İslam dininde bütün
mahlûkata şefkatle muamele yapılması emir olunur. Hayvanlara zulmün cezası
ağırdır. Çünkü hayvanların Allah’tan başka koruyucusu yoktur. Hayvanlar riayet
edilmesi gereken haklara sahiptir. Ancak, köpekler temiz olarak düşünülmediği
için, Kuran-ı Kerim’de yasaklayıcı bir hüküm olmamasına rağmen, ev hayvanı
olarak kabul görmemiştir.
Hayvanların özellikler Rönesans döneminde, Avrupa’da aşağılanırken Türkler tarafından el üstünde tutulduğu, sinek, pire bit gibi hayvanların bile günah olacak diye öldürülmediği görülmektedir. Hayvanlara verilen değer karşısında, batılı yazarlar hayretler içinde kalıyor, bazıları bunlara olan hayranlıklarını gizleyemezken, bazıları alay etmekteydi İşte bir zamanlar Osmanlıda batılıları şaşırtan manzaralardan bazıları:
Hayvan ve ağaçlar yararına oluşturulan vakıflar, kediler
için yapılmış binalar,
hayvanların beslenmesi için tahsis edilmiş uşaklar,
hayvanların beslenmesi için bırakılan miraslar, (örneğin, sadece Beyazıt Vakfiyesi’nde kuşların beslenmesi için yılda 30 altın ayrılmıştı),
hayvanların beslenmesi için tahsis edilmiş uşaklar,
hayvanların beslenmesi için bırakılan miraslar, (örneğin, sadece Beyazıt Vakfiyesi’nde kuşların beslenmesi için yılda 30 altın ayrılmıştı),
Kedilerin beslenme saatlerinde zengin ve kibar Osmanlılar’ın kedileri her gün düzenli olarak kebaplarla beslemeleri,Kasap ve lokantaların önünde sıraya girmiş hayvanlar,
sokak hayvanları için düzenlenen şiş kebap günleri, Hacı Baba mertebesine yükseltilmiş leyleklere sanki kutsalmış gibi yapılan muameleler, sonbaharda geri dönemeyen ve bakıma ihtiyaç duyan leylekler için bakım merkezleri, dünyada örneğine rastlanmayan Bursa’daki Leylek (Gurabahane-i Laklakan), Dolmabahçe’deki kuş ve Üsküdar’daki kedi hastaneleri, cami ve mezarlıklardaki suluklar, kuş evleri, hatta mimari açıdan eşi ve benzeri bulunmayan kuş köşkleri, her hafta kurulan pazarlarda varlıklı ailelerin kafesteki kuşları satın alıp özgür bırakma geleneği, sokakta doğurmuş bir hayvan gördüklerinde hemen oracığa bir kulübe yaptırmak için yarışan insanlar, yük hayvanlarına fazla yük yükleme tarzındaki merhametsiz uygulamalara karşı çıkartılan fetvalar, bu hayvanlara aşırı yükten dolayı ıstırap çektiren insanlara aynı yükü taşıtarak ceza verilmesi... Bu tablonun hayvanlara karşı bizden çok farklı bir bakış açısına sahip olan batılıları şaşırtmaması olanaksızdı. Nitekim Fransız rahip Du Loir, ünlü seyahatnamesinde, 1600′lı yıllarda Türkler’de hayvanlara karşı duyulan hislerin dini bir görev mertebesine çıkarıldığı, insanlık fazileti olan hislerin hayvanlara duyulmasının doğru olmadığını söylemiş ve yukarıdaki uygulamalarla alay etmişti.
Batılı yazarların neredeyse tamamı köpeklere en iyi bakan milletin Türkler olduğu konusunda birleşiyorlar ve Türklerin tüm mahlukatla iyi geçindikleri, tabiata aşık oldukları konusunda yazılar yazıyorlardı. Ancak, o dönemlerde İstanbul’da el üstünde tutulan sokak köpeklerinin sayısı yıllar geçtikçe artıyor ve bazı sorunlar çıkıyordu. Dini nedenlerle hayvanların öldürülmesi olanaksızdı. Bu nedenle başka bir çözüm bulunmalıydı. İlk olarak I. Ahmet döneminde, sokak köpeklerinin toplanarak Anadolu Yakası’na atılması denendi. Bu geçici çözüm tabi ki sonuç getirmedi ve köpekler İstanbul sokaklarındaki yerlerini kısa sürede tekrar ele geçirdiler.
Batı kültürü, ülkemizdeki etkisini arttırdıkça hayvanların
değerleri azaldı. Henüz halkta değişiklik olmasa da batı terbiyesi alan
aydınımızın köpeklere bakış açısı değişmeye başladı. Sultan II. Mahmut ve
Sultan Abdülaziz dönemlerinde köpekler toplu olarak Hayırsız Ada’ya sürgün
edildiler. Ancak, halk buna isyan etti ve köpekler geri alındı. Halk,
hayvanlara kötü davranmanın uğursuzluk getireceğine inanıyordu. Nitekim onları
doğrularcasına, bu olaylardan birisinin ardından Mısır ordusu Kütahya’ya kadar
uzandı, diğerinin ardından da büyük yangınlar çıktı.
1910 yılında diğer bir “Hayırsız Ada” vakası daha yaşandı.
İktidardaki İttihatçılar’ın izniyle, Şehremini Suphi Bey, neredeyse bütün sokak
köpeklerini Hayırsız Ada’ya yolladı. Namuslu hiçbir Türk bu aşağılık görevi
üstlenmediği için nakil işleminde serseriler kullanılmıştı. Adada yiyecek
bulamayan köpekler açlıktan birbirlerini parçalayarak öldüler. İstanbul halkı
yine haklı çıktı; uğursuzluk kol gezmiş ve Balkan Savaşı patlamıştı.
Hayırsız Ada vakası, o dönemlerde Avrupa’da hayvanlara
yapılan kötü muamelelerin yanında çok masum kalmasına karşın hayvan koruma tarihimize
kara bir leke olarak yerleşmiştir.
Günümüz Türkiye’sinde, Avrupa Birliği uyum yasaları
çerçevesinde, “Hayvanları Koruma Kanunu” çıkarılmış olmasına rağmen, hayvanlara
yapılan muameleler iyi durumda değildir. İşkenceler, toplu itlaflar tarzı
haberler hayvansever Türk halkını derinden üzmektedir.
Yorumlar
Yorum Gönder